ORTA ÇAĞ SİYASET DÜŞÜNCESİ VE DÜŞÜNÜRLERİ

 

ORTA ÇAĞ SİYASET DÜŞÜNCESİ VE DÜŞÜNÜRLERİ

Ortaçağın Toplum Yapısı

   

    Ortaçağ dönemi bir görüşe göre M.S 395 – 1453 yılları arasındaki zaman dilimidir, 395 tarihi Roma İmparatoru Teodos’un ölüm yılı, aynı zamanda Roma imparatorluğunun parçalanış tarihidir. 1453 İstanbul’un Türkler tarafından fethi ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun yıkılış yılıdır. Diğer bir görüş ise, Ortaçağı M.S. 476 – 1492 yılları arasına yerleştirir. 476 Batı Roma İmparatorluğunun yıkılış tarihi, 1492 ise Amerika’nın keşfi tarihidir. Bir başka görüş ise, Ortaçağı M.S. 476 yılı ile XVII inci yüzyıl arasına sokar, XVII inci yüzyıl Avrupa’da mutlak monarşilerin gelişmelerini tamamladıkları yüzyılıdır[1].

 

Feodal Toplum

 

    Ortaçağ’ kavramı üzerinde olduğunca ‘‘feodalite, feodalizm’’ ya da ‘’feodal toplum’’ kavramsallaştırmaları üzerine de herhangi bir uzlaşma bulunmamaktadır. Örneğin Maurice Dobb için feodalite ‘’bağlı bulunduğu bir beyin belirli iktisadi taleplerini –ki bunlar hizmet ya da ürün olabilir – karşılamak üzere üreticiye cebren, kendi iradesinden bağımsız olarak yüklenen bir yükümlülüğe dayanan bir üretim biçimidir’’. March Bloch’a göre ise feodaliteden söz edebilmek için öncelikle ve özellikle bağımlı köylülüğün varlığından söz edebilmek gerekir. Kimi Marksistler için feodalite köleciliği izleyen bütünsel bir üretim tarzı ve toplum biçiminin adıyken, tersine başka bazı Marksistler feodalitenin hiçde köleciliği izlemek zorunda olmadığını savunurlar. Benzer bir biçimde feodaliteden söz edildiğinde, bunun ön koşulları üzerinde de uzlaşma sağlanamamaktadır. Henri Pirenne için feodal toplumun oluşumunda en önemli rol islam’a düşmektedir. İslam işgaliyle Doğu-Batı bağlantısı ve deniz ticareti kesilince feodalite doğmuştur. William McNeil ise savaş ve üretim teknolojilerindeki değişiklikleri öne çıkarır. Bunca farklı yaklaşım içinde burada özel olarak feodalite tartışmasına girilmeyecektir. Ancak feodalite denildiğinde, bu terimin, farklı yaklaşımları içinde barındırmakla birlikte, ilk elde bir üretim tarzını, ikinci olarak buna bağlı olarak gelişmiş bir toplumsal tabakalar düzeni ile toplumsal ilişkiler sistemini ve nihayet bu toplumsllığa eşlik eden değerler kümesini işaret ettiği anlaşılmalıdır[2].

 

HRİSTİYAN SİYASAL DÜŞÜNCESİ

 

Augustinus

 

   Augustinus, Hristiyan düşünüşünün, Cermen akınları öncesi dönemin, demek ki karanlık çağ öncesi döneminin en son ve en büyük düşünürüdür. Din, dünya ve toplumla ilgili Hristiyan düşüncelerini, bir dünya görüşü biçiminde sistemleştirmiştir. Din bir düşünce, bir felsefe dizgesi (sistemi) değildir, inançtır. Olsa olsa, bir ‘’inançlar dizgesi’’ sayılabilir, ama (ST) Augustinus ile birlikte öteki ‘’hristiyan babaları’’ sayılacak düşünürler, dini felsefeyle dini felsefeyle güçlendirmeye çalışmışlardır. Augustinus işte bu tek tanrıcı dini felsefe destekleme geleneğini başlatan düşünürdür.

 

   Augustinus, Cermen akınlarının ortaçağ toplumunun eskiçağla ve klasik kültürle ilişkisini kesintiye uğratmasından önce yaşamıştı. Bunun için, klasik düşünüşü Hristiyan düşünüşüne, ortaçağ düşünüşüne geçirme şansına sahip olmuştur. Hristiyan inancı ile klasik (Yunan ve Roma) düşünüşünü uzlaştırmaya çalışmıştır. Bunu, Hristiyan inancını antik felsefeyle temellendirerek yapmıştır. Temellendirirken başlıcası Stoacılar ve Platon olmak üzere nicelerin düşüncesinden yararlanmıştır[3].

 

   Augustinus’un siyasal düşüncenin gelişimine asıl önemli katkısı, Tanrı Devleti ile Yeryüzü Devleti’ni birbirinden ayırması olmuştur. Ama hemen belirtmek gerekir ki, bu ayırımı yapmakla Augustinus’un güttüğü ile sonradan Kilise’nin bu görüşe sıkı sıkıya sarılmasında amaç, tam bir koşutluk içinde bulunmamıştır. Çünkü bütün Orta Çağ boyunca Kilise Augustinus’un bu iki karşıt devlet görüşünü krallara ve imparatorlara karşı bir silah olarak kullanacaktır. Bu görüşü sahiplenen Kilise’ye göre; artık Kilise, Tanrı Devleti’nin yeryüzündeki temsilcisidir, Tanrı’nın buyruklarını yeryüzü devletlerine o bildirir, devletler bu buyruklara uymak zorundadırlar, uymazlarsa Tanrı’ya karşı gelmiş olurlar. Kısacası, Kilise, Augustinus’un öğretisini kendi üstünlüğü için kullanacaktır. Gerçi Augustinus için de Kilise yeryüzünde Tanrı’yı temsil ediyordu ama önce şunu unutmamak gerekiyor: De Civitate Dei’nin kaleme alındığı yıllarda Orta Çağ boyunca güçlenmesine koşut olarak devletler üzerinde egemenlik kurmayı amaçlayacak olan bir papalık daha henüz varlık kazanmamıştı. Üstelik, Roma İmparatorluğu daha henüz yıkılmamıştı. Kaldı ki Augustinus’da tüm siyasal iktidarların kaynağını Tanrı’da buluyordu. Augustinus’un asıl amacı, iyilik ve kötülük arasındaki bu çatışma da Hristiyanlığın ortaya çıkması ile artık kötülüğe kesin darbenin indirilebileceğini ve tüm insanlığın birliğinin ve barışın Kilise’nin önderliğinde sağlanabileceğini göstermekti[4].

 

Saint Thomas

 

   St. Thomas insanı sosyal ve siyasal bir yaratık olarak değerlendirir. Ancak zorunlu ihtiyaçlarını tek başına karşılayacak gücü yoktur, onu koruyacak, onu eğitecek bir topluma aileye ihtiyacı vardır. Ancak aile topluluğu da insan için yeterli değildir. İnsanın gelişebilmesi için güvenliğinin sağlanması, iç ve dış düşmanlarına karşı korunması, herkese hakkı olanı veren bir adalet düzeninin kurulması gerek maddi ve gerek manevi kaynaklara sahip olması gereklidir. Bunun için de siyasal bir toplumun varlığı zorunludur. Ancak siyasal toplum içinde aile birimi varlığını koruyacaktır. Böylece sınırsız ihtiyaçlarına karşılık, sınırlı gücü ve yeteneği insanı siyasal bir toplum içinde yaşamaya sürükleyecektir. Bu durumda siyasal toplum yani devlet doğal bir kuruluştur, insanın sosyal eğiliminin ve ihtiyaçlarının bir sonucudur, yoksa Ortaçağın dini düşüncesinde ileri sürüldüğü gibi Adem ile Havva tarafından işlenen ilk günahın sonucu olarak kurulan yapay bir kuruluş değildir.

   St. Thomas her toplumda, o toplumun amaçlarını gerçekleştirecek bir iktidarın varlığını da zorunlu görür. İktidarın belirli görevleri, belirli hedefleri vardır: ortak yararı, ortaya iyiliği gerçekleştirmek, düzeni sağlamak, kişilerin güvenliğini, ihtiyaçlarını, mutluluğunu gerçekleştirmek bu görevlerin başlıcalarıdır. Yöneticiler bu hedefleri ve düzeni yasalar aracılığı ile sağlarlar, iktidarı kullananlar arasında sıkı bir ilişki vardır. İktidar yasaya zorlayıcı bir gücü sağlarken yasa da iktidara meşruiyetini kazandırır ve iktidara kaba bir kuvvet gösterisi olmaktan kurtarır.

 

   St. Thomas tüm iktidarların ve bu arada siyasal iktidarın da kaynağını tanrıya bağlar, tanrıdan gelmeyen hiçbir iktidar yoktur. Ancak kaynağı tanrı da olan siyasal iktidarı yeryüzünde kullanacak olanlar belirlenmemiştir. Toplum iktidarı kullanacakları kendisi belirler, yani yeryüzünde siyasal iktidar insandan kaynaklanır. Ortak iyiliği gerçekleştirmek amacıyla bir düzen kurmak, tüm topluma ya da toplumu temsil eden kişiye düşen görevdir.

 

   Yönetim biçimleri ise, monarşi, aristokrasi ve politeia’dır. Ancak ortak yarar yerine yöneticiler kişisel çıkarlarını amaç edindikleri zaman, bu iyi yönetimler zorba yönetim, oligarşi ve demokrasi biçimlerine dönüşür. Monarşi evrendeki birlik düşüncesine uygun olması nedeniyle en iyisidir, ama amacından saptığı zaman da yönetimlerin en kötüsü olur. Aristokrasi ve politea da bozulabilir. Bu nedenle en iyisi karma yönetim olacaktır. Herkesin şu ya da bu şekilde iktidara katılabilecekleri bir yönetim en iyisidir, başta bir monarkın ve onun yanında ülkenin ileri gelenlerinin kendi içlerinden belirleyecekleri bir grubun yönetimi belki en iyisi olacaktır.

   St. Thomas siyasal iktidarların meşruiyetive haklılığı sorunları üzerine eğilmiştir. Bu iktidar ne zaman meşru ve haklı sayılır ve hangi koşullarda meşruiyetini, haklılığını yitirir?

   St. Thomas iktidarın elde ediliş ve kullanış biçimlerinin iktidarın meşruiyet ve haklılığı kriterini belirlediğini söyler.

 

   Şöyle ki, yöneticiler zor veşiddet kullanarak emretme gücünü ele geçirmişlerse iktidarları meşru ve haklı sayılmaz. Böyle bir iktidar toplumun istek ve idaresine dayanmaz ve kişilerin böyle bir iktidara boyun eğme zorunluluğu yoktur. Ne var ki, böyle meşru olmayan yollardan iktidarı ele geçirenler sonradan toplumun iyilik ve yararına hizmet ederek başlangıçtaki meşru olmayan durumlarını meşrulaştırabilirler ve meşruiyet kazanabilirler[5]

 

Salisburyli John

 

   Kilisenin üstünlüğü düşüncesi: Salisburyli John, söz konusu yapıtında her erkin kaynağının Tanrı olduğunu söyler. Ancak tanrı bu erki kendisi kullanmaz, yasasını ve adaletini yeryüzünde uygulaması için bir sözcü, bir aracı kullanılır. Bu aracı tanrının yeryüzündeki sözcüsü olan kilisedir. Tanrı, kilisenin başı olan papayı, ulusların ve kralların üstüne çıkarmıştır. Onu Hristiyan toplumunun başına geçirmiştir. Hem dinsel erki temsil eden kılıcı hem de yersel temsil eden kılıcı, kiliseye vermiştir. Çifte kılıçlar kuramı, o zamana kadar kilisenin egemenlik alanı ile devletin alanını ayırmak ve dinsel erk ile bu dünya erkini dengelemek  yolunda kullanılagelmişti. Gelasius onun kiliseden yana yorumlanması dönemini açmış oldu.

   Tanrı iki kılıcı da kiliseye vermiş olmakla birlikte, kilise, bunlardan dinsel erki simgeleyen kılıcı kendine alıkoymuş, ötekini, yersel erki simgeleyeni yöneticilere vermiştir. Neden? Bunun nedenini ne güzel açıklıyor Salisburyli:

 

   ‘’O halde, bu kılıcı prens, kendi kan dökücü kılıca sahip olmayan kiliseden alıyor… Kılıcın sahibi kilisedir, fakat kilise, bunu maddi baskı gücünü verdiği prensin aracılığıyla kullanır. Manevi konulardaki yetkisini ise, piskoposların kişiliğinde kendine alıkor. Şu halde prens, kilise erkinin bir temsilcisi ve kutsal görevlerin rahip aracılığıyla yürütülmesine değmeyen (kirli,kanlı) yanlarının uygulayıcısıdır’’

 

   Din adamlarının devlet adamlarına üstünlüğünü bu gibi kanıtlarla savunur Salisburyli John. Bu kanıtların yardımıyla, tanrının yasaları dışına çıkan yöneticilerin, din adamları tarafından yönetimden indirebileceklerini söyler[6].

 

İSLAM SİYASAL DÜŞÜNCESİ

 

Orta Çağ yaklaşımı

 

   Eflatun’un asil sanatı siyaset, Nikamokos’a Ahlak adlı eserinde Aristo tarafından ‘’bilimlerin en otoriteri’’ olarak tanımlanır. Onun konusu ise insanın tek arzusu olan ‘’en yüce iyi’’ dir. Bu iyi, eylemin sonucu olarak mutlulukla eşit sayılmıştır ve insanlar kendi görüşleri doğrultusunda zevk, şeref ya da tefekkür hayatı gibi hususlarda arzu ve hedeflerinde farklılık gösterdikleri halde, hepsi mutluluk arayışlarında en yüce iyiye erişmeye çabalarlar. Normal insanlar kendi başına  zevk ya da şerefi istedikleri gibi, mutluluk uğruna da arzulayabilirler. Aristo’nun bu görüşü Ortaçağların ortak malı oldu. Ancak felsefeci pratik veya ahlaki; teorik ya da entellektüel mükemmelliği hedefler. Bu mükemmellik ise gerçek mutluluktur.

Müslüman, Yahudi ve Hristiyan, bütün Ortaçağ düşünürleri bu mutluluğu Allah’la ilişkili olarak kavradı ve onlar için mutluluğun kemale erişmesi Allah aşkıyla mümkündü. Birkaç istisna haricinde hepsi fert ve onun mutluluğundan ziyade grupla, ilahi kanunla yönetilen dini toplumla ilgilendiler. Aristo’yla hemfikirlerdi; ‘’Devletin iyiliği kuşkusuz daha büyük ve daha mükemmel bir iyiliktir.’’ Fakat en yüce iyiyi kanun biçimindeki vahyin sahibi olan Allah’la ilişkilendirerek ona dini bir içerik veren felsefeciler, böylece Aristo’nun metafizik kavramını dini bir değere dönüştürdüler. Thomas Aquinas bunu şu şekilde formüle etti: ‘’Herşeyin nihai hedefi kemale ermesidir… insanın nihai hedefi de bu yüzden, evrenin toplam ve kollektif iyiliğine değil, fakat Allah’a bağlıdır. Ve Allah aşkı bütün beşeri faaliyet ve arzunun hedefidir[7].

 

İbn Haldun

 

   İbn Haldun’a göre devletin hakikatı, aslı ve içeriği ‘’insanlar için zaruri bir sosyal kurum’’ oluşudur. Devletin temel unsuru ise ‘’güç’’,’’kuvvet’’ ve ‘’otorite’’ de ifadesini bulan ‘’egemenliktir.’’ Bu unsur, inan doğasında var olan ‘’gadap’’ ve ‘’hayvaniyet’’ in birer yansıma biçimidir. Buna göre, insanın insanı yönetmesinin ve onun üzerine egemenlik kurmasının psikolojik nedeni, gadap, savunma ve galip gelme gibi insan doğasındaki hayvani duygulardır.

 

   İbn Haldun devlet kuran gücün ‘’asabiyet’’ olduğunu, ancak her asabiyetin bir devlet kuramayacağını, gerçek anlamda devletin (mülk-i tam, mülk-i hakiki) yanlızca halkı egemenliği altına alan, vergi toplayan, elçiler gönderen, sınırları koruyan ve gücünün üstünde bir güç bulunmayan asabiyete mahsus olduğunu söylemiştir. Ona göre böyle bir egemenliğe sahip asabiyetin kurduğu devlet tam bağımsız devlettir.

  

   Egemenliğe ait yukarıda sayılan bir kısım fonksiyonları yerine getirmeyen devlet ise yarı bağımsız bir devlettir. İbn Haldun ayrıca yönetim biçimleri açısından da bir sınıflandırma yapmıştır. Bunu yaparken yönetim biçimindeki ‘’öz’’ ün uygulamadaki yasalarla olan bağlantısını belirlemiştir. Çünkü ona göre yasanın türü, yönetim örgüsünün yapısına açıklık getirebilmektedir. Yasaların her sosyal düzenin özü ve temeli oluşu İbn Haldun’u bu noktaya getirmiştir. İbn Haldun yasaların üç tür altında toplanabileceğini belirlemiş, bundan hareketle yönetim biçimlerini de üçe ayırmıştır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

 

Mülk-i Tabii: Doğal yönetim. Bu yönetim biçimi zor, güç, baskı ve kişisel arzulara dayanan keyfi bir yönetimdir. Burada ‘’doğallıkla’’ vurgulanan, bireyin yapısındaki eğilim, karakter ve diğer doğal isteklerdir. Kendini sevmek, üstünlük veya egemen olma isteği ve bencillik gibi bireysel tutumlara dayalı bir yönetim biçimidir. İbn Haldun’a göre bu tür tamamen kötüdür. İbn Haldun’un sözünü ettiği bu yönetim biçimi, günümüzde diktatörlük olarak adlandırdığımız otokratik ve anayasal olmayan yöntemlerdir.

 

Mülk-i Siyasi: Siyasal yönetim maddi yararların elde edilmesive zararların giderilmesi doğrultusunda aklın buyruklarınca gerçekleştirilen bir yönetim biçimidir. Laik bir yönetimdir. İbn Haldun’a göre bu tür yönetim eğer dine saygılı olursa iyi, dine saygılı olmazsa kötü bir yönetim halini alır. Bu yönetim biçimi günümüzün anayasal yapıya sahip demokrasileriyle özdeştir. Bu yönetim biçimlerinde yalnızca maddi planda da olsa-adalet, eşitliğin sağlanması toplumsal yararın gerçekleştirilmesi amaç edinilmektedir. Toplumsal iradenin belirlediği bir yönetim yürürlüktedir. Bunun için yönetim işleri yerli yerindedir. Bu da toplumun ilerlemesi sonucunu doğurabilmekte, yönetimde düzenliliği gerçekleştirebilmektedir. Bütün bunlara karşın bu yönetim biçimi de maddecidir. Yalnızca maddi çıkarlar gözetilmekte, manevi çıkarlar göze alınmamaktadır.

 

Hilafet: insanların maddi ve manevi çıkarlarının yönetilmesidir. Hilafet, dinin korunması ve dünyanın dini kurallara göre yönetilmesi için şeriat sahibi olan peygamberlere vekalet etmektir. İbn Haldun burada ‘’mülk’’ kelimesini kullanmaz. Çünkü hükümdarlık anlamına gelen ‘’mülk’’ kelimesinde krallık ve saltanat anlamı vardır. İbn Haldun’a göre hilafet, her yönetim biçiminin karşısında halkın hem maddi, hem de maneviçıkarlarını koruyup geliştiren yönetim biçimidir[8].

 

 

 

Ebu Hanife

  

   Ebu Hanife, bir takım siyasal nitelikli görüşler öne sürmüş olmakla birlikte tam anlamıyla bir siyasal düşünür değil, bir islam hukukçusu. Siyasi açıdan ise temelde kur’an’ın buyruklarına dayanıyor ve tek egemenin Tanrı, peygamberinde onun elçisi olduğunu yineliyor. O nedenle de Ebu Hanife’ye göre, Şeriat’a, yani Tanrı’nın ve elçisinin koyduğu hukuka koşulsuz uymak gerekir. Ancak, bir olaya ilişkin olarak Kur’an’da ve hadislerde bir hüküm yoksa, o konuda peygamberin yakın çevresinin üzerinde birleştikleri görüşe göre sorun çözülmelidir. Onlar da o konuda görüş birliği içinde olmamışlarsa Ebu Hanife, o zaman kendisinin onların içinden birinin görüşünü benimseyerek sonuca ulaşacak olduğunu; ama eğer böyle bir durum bile yoksa, o zaman kendi değerlendirmesine göre hüküm vereceğini bildiriyor. Onun bu son görüşü, tutucu çevrelerce şeriatı ve fıkıhı bir yana iterek kendi kişisel yargısına göre davrandığının öne sürülerek ağır bir biçimde eleştirilmesine neden olacaktır

  

   Ebu Hanife, halifenin (devlet başkanının) oy kullanma yeterliliği bulunanların oyları ile seçilmesi gerektiği düşüncesindeydi. Ayrıca, halife, adaletli olmalı, zalim ve sapkın olmamalıydı. Zalim ve sapkın olanlar, kadılık, müftülük, valilik de yapmamalıydılar. Eğer böyle biri şu ya da bu biçimde halife olmuşsa, halifeliği geçersiz olacağı gibi halkın onun buyruklarına uymak zorunluluğu da yoktu. Buna karşılık, onun atadığı kamu görevlileri işlerini şeriata uygun ve düzgün yaptıkları sürece onlara uymak gerekiyordu. Halife’nin iktidarı ele geçirdikten sonra ona biat etmek (kabul etmek ve onaylamak), oylama (seçim) anlamına gelemezdi, oylama halife göreve başlamadan, iktidara geçmeden önce yapılmalıydı.

  

   Halifenin kamunun parasını kendisi için kullanması ise doğrudan doğruya zulümdü. Yabancı devletlerin verdiği armağanlar halifenin kişisel malvarlığına katılamazdı. Zalim bir halife iş başında kalmamalıydı ve ona karşı halkın ayaklanarak onu devirmesi gerekiyordu.

  

   Ebu Hanife’nin yargının yürütme karşısında bağımsız olması gerektiği düşüncesi ise, ayrıca kayda değer. Üstelik, eğer her halife bir haksızlık yapmışsa yargıcın ona karşı vereceği karar, halifeye de uygulanabilmeliydi[9].

 

Farabi

 

Farabi, evren ile ilgili görüşlerini siyaset alanına da uygular. Bu onun felsefesinin en bilindik bölümüdür. Farabi’ye göre, devlet akıl ilkesinde kurulan bir yönetimdir. Çünkü en yüksek mutluluğun aracı akıldır ve toplumun ve kişisel yaşamın her aşamasında onu kullanmak gerekmektedir. Böylece Farabi, Platon’un devletinde yaptığı gibi Medinetül Fazıla’sında akıl ilkesine göre işleyen ideal bir şehir/site tasavvuru ortaya koyar. Onun ideal devleti, Thomas Moore’nun devleti gibi belirli bir ideoloji kurmak yerine mevcut şehirlerin toplumsal ve siyasal yapısını tenkite dayalı olarak gelişmektedir. Farabi, olanı eleştirerek olması gerekene doğru hareket etmek ister.

 

   Farabi, Erdemli Şehir’inde islami erdem anlayışı açısından islami siyasal toplumun normatif bir teorisini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Erdemli şehir hiyerarşik bir yapıdadır ve bu yapının en üstünde hükümdar yer alır. Farabi evrendeki ‘’teklik’’ esasını ideal şehrine de uygular. Buna göre şehir bir anlamda hükümdarın yansımasıdır. Farabi için şehir sağlıklı bir vücuda ve çeşitli kesimleri de vücudun organlarına benzer. Organlar arasındaki önem dereceleri şehrin kısımları arasında da vardır. Ancak vücuttaki işleyiş doğal şehirdeki işleyiş idaridir. Şehrin egemeni/hükümdarı en yüksek mertebededir. Alttakiler her ne kadar yararlı olsalar da bayağıdırlar. Evrendeki ilk neden (Allah) ile gök cisimlerinin düzeni arasındaki ilişki şehirdeki hükümdar ile halk arasında gerçekleşir. Erdemli şehir, egemenin koyduğu amaç etrafında şekillenir[10].



[1] Ayferi Göze, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, İstanbul, 2000, s. 62

[2] Ayhan Yalçınkaya, Batıda Siyasal Düşünceler, İstanbul, 2013, s. 241-242

[3] Alaeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, Ankara, 2013, s.260

[4] Çetin Yetkin, Siyasal Düşünceler Tarihi, İstanbul, 2012 c.I, s. 206-207

[5] Ayferi Göze, A.g.e., İstanbul, 2000, s.87-88

[6] Alaeddin Şenel, A.g.e,  Ankara, 2013, 275-276.

[7] Erwin Rosenthal, Orta Çağda İslam Siyaset Düşüncesi, İstanbul, 1996, s.21-22.

[8] A.Ezeli Azarkan, dergipark.ulakbim.gov.tr

[9] Çetin Yetkin, A.g.e. s.238

[10] www.acikders.org.tr, Siyasi Düşünceler Tarihi, s.6, c.1

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KÖKTÜRKLERDE DEVLET ANLAYIŞI

2. MEŞRUTİYET DÖNEMİ İKTİSADİ DÜŞÜNCE POLİTİKASINDA YENİLEŞME HAREKETLERİ