ORTA ÇAĞ SİYASET DÜŞÜNCESİ VE DÜŞÜNÜRLERİ
ORTA ÇAĞ SİYASET DÜŞÜNCESİ VE DÜŞÜNÜRLERİ
Ortaçağın Toplum Yapısı
Ortaçağ dönemi bir görüşe göre M.S 395 – 1453
yılları arasındaki zaman dilimidir, 395 tarihi Roma İmparatoru Teodos’un ölüm
yılı, aynı zamanda Roma imparatorluğunun parçalanış tarihidir. 1453 İstanbul’un
Türkler tarafından fethi ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun yıkılış yılıdır. Diğer
bir görüş ise, Ortaçağı M.S. 476 – 1492 yılları arasına yerleştirir. 476 Batı
Roma İmparatorluğunun yıkılış tarihi, 1492 ise Amerika’nın keşfi tarihidir. Bir
başka görüş ise, Ortaçağı M.S. 476 yılı ile XVII inci yüzyıl arasına sokar,
XVII inci yüzyıl Avrupa’da mutlak monarşilerin gelişmelerini tamamladıkları
yüzyılıdır[1].
Feodal Toplum
‘Ortaçağ’ kavramı üzerinde olduğunca ‘‘feodalite,
feodalizm’’ ya da ‘’feodal toplum’’ kavramsallaştırmaları üzerine de herhangi
bir uzlaşma bulunmamaktadır. Örneğin Maurice Dobb için feodalite ‘’bağlı
bulunduğu bir beyin belirli iktisadi taleplerini –ki bunlar hizmet ya da ürün
olabilir – karşılamak üzere üreticiye cebren, kendi iradesinden bağımsız olarak
yüklenen bir yükümlülüğe dayanan bir üretim biçimidir’’. March Bloch’a göre ise
feodaliteden söz edebilmek için öncelikle ve özellikle bağımlı köylülüğün
varlığından söz edebilmek gerekir. Kimi Marksistler için feodalite köleciliği
izleyen bütünsel bir üretim tarzı ve toplum biçiminin adıyken, tersine başka bazı
Marksistler feodalitenin hiçde köleciliği izlemek zorunda olmadığını
savunurlar. Benzer bir biçimde feodaliteden söz edildiğinde, bunun ön koşulları
üzerinde de uzlaşma sağlanamamaktadır. Henri Pirenne için feodal toplumun
oluşumunda en önemli rol islam’a düşmektedir. İslam işgaliyle Doğu-Batı
bağlantısı ve deniz ticareti kesilince feodalite doğmuştur. William McNeil ise
savaş ve üretim teknolojilerindeki değişiklikleri öne çıkarır. Bunca farklı
yaklaşım içinde burada özel olarak feodalite tartışmasına girilmeyecektir.
Ancak feodalite denildiğinde, bu terimin, farklı yaklaşımları içinde
barındırmakla birlikte, ilk elde bir üretim tarzını, ikinci olarak buna bağlı
olarak gelişmiş bir toplumsal tabakalar düzeni ile toplumsal ilişkiler
sistemini ve nihayet bu toplumsllığa eşlik eden değerler kümesini işaret ettiği
anlaşılmalıdır[2].
HRİSTİYAN SİYASAL DÜŞÜNCESİ
Augustinus
Augustinus, Hristiyan
düşünüşünün, Cermen akınları öncesi dönemin, demek ki karanlık çağ öncesi
döneminin en son ve en büyük düşünürüdür. Din, dünya ve toplumla ilgili
Hristiyan düşüncelerini, bir dünya görüşü biçiminde sistemleştirmiştir. Din bir
düşünce, bir felsefe dizgesi (sistemi) değildir, inançtır. Olsa olsa, bir
‘’inançlar dizgesi’’ sayılabilir, ama (ST) Augustinus ile birlikte öteki
‘’hristiyan babaları’’ sayılacak düşünürler, dini felsefeyle dini felsefeyle
güçlendirmeye çalışmışlardır. Augustinus işte bu tek tanrıcı dini felsefe
destekleme geleneğini başlatan düşünürdür.
Augustinus, Cermen akınlarının
ortaçağ toplumunun eskiçağla ve klasik kültürle ilişkisini kesintiye
uğratmasından önce yaşamıştı. Bunun için, klasik düşünüşü Hristiyan düşünüşüne,
ortaçağ düşünüşüne geçirme şansına sahip olmuştur. Hristiyan inancı ile klasik
(Yunan ve Roma) düşünüşünü uzlaştırmaya çalışmıştır. Bunu, Hristiyan inancını
antik felsefeyle temellendirerek yapmıştır. Temellendirirken başlıcası
Stoacılar ve Platon olmak üzere nicelerin düşüncesinden yararlanmıştır[3].
Augustinus’un siyasal düşüncenin
gelişimine asıl önemli katkısı, Tanrı Devleti ile Yeryüzü Devleti’ni
birbirinden ayırması olmuştur. Ama hemen belirtmek gerekir ki, bu ayırımı
yapmakla Augustinus’un güttüğü ile sonradan Kilise’nin bu görüşe sıkı sıkıya
sarılmasında amaç, tam bir koşutluk içinde bulunmamıştır. Çünkü bütün Orta Çağ
boyunca Kilise Augustinus’un bu iki karşıt devlet görüşünü krallara ve
imparatorlara karşı bir silah olarak kullanacaktır. Bu görüşü sahiplenen
Kilise’ye göre; artık Kilise, Tanrı Devleti’nin yeryüzündeki temsilcisidir,
Tanrı’nın buyruklarını yeryüzü devletlerine o bildirir, devletler bu buyruklara
uymak zorundadırlar, uymazlarsa Tanrı’ya karşı gelmiş olurlar. Kısacası,
Kilise, Augustinus’un öğretisini kendi üstünlüğü için kullanacaktır. Gerçi
Augustinus için de Kilise yeryüzünde Tanrı’yı temsil ediyordu ama önce şunu
unutmamak gerekiyor: De Civitate Dei’nin kaleme alındığı yıllarda Orta Çağ
boyunca güçlenmesine koşut olarak devletler üzerinde egemenlik kurmayı
amaçlayacak olan bir papalık daha henüz varlık kazanmamıştı. Üstelik, Roma
İmparatorluğu daha henüz yıkılmamıştı. Kaldı ki Augustinus’da tüm siyasal
iktidarların kaynağını Tanrı’da buluyordu. Augustinus’un asıl amacı, iyilik ve
kötülük arasındaki bu çatışma da Hristiyanlığın ortaya çıkması ile artık
kötülüğe kesin darbenin indirilebileceğini ve tüm insanlığın birliğinin ve
barışın Kilise’nin önderliğinde sağlanabileceğini göstermekti[4].
Saint Thomas
St. Thomas insanı sosyal ve siyasal
bir yaratık olarak değerlendirir. Ancak zorunlu ihtiyaçlarını tek başına
karşılayacak gücü yoktur, onu koruyacak, onu eğitecek bir topluma aileye
ihtiyacı vardır. Ancak aile topluluğu da insan için yeterli değildir. İnsanın
gelişebilmesi için güvenliğinin sağlanması, iç ve dış düşmanlarına karşı
korunması, herkese hakkı olanı veren bir adalet düzeninin kurulması gerek maddi
ve gerek manevi kaynaklara sahip olması gereklidir. Bunun için de siyasal bir
toplumun varlığı zorunludur. Ancak siyasal toplum içinde aile birimi varlığını
koruyacaktır. Böylece sınırsız ihtiyaçlarına karşılık, sınırlı gücü ve yeteneği
insanı siyasal bir toplum içinde yaşamaya sürükleyecektir. Bu durumda siyasal
toplum yani devlet doğal bir kuruluştur, insanın sosyal eğiliminin ve
ihtiyaçlarının bir sonucudur, yoksa Ortaçağın dini düşüncesinde ileri sürüldüğü
gibi Adem ile Havva tarafından işlenen ilk günahın sonucu olarak kurulan yapay
bir kuruluş değildir.
St. Thomas her toplumda, o
toplumun amaçlarını gerçekleştirecek bir iktidarın varlığını da zorunlu görür.
İktidarın belirli görevleri, belirli hedefleri vardır: ortak yararı, ortaya
iyiliği gerçekleştirmek, düzeni sağlamak, kişilerin güvenliğini, ihtiyaçlarını,
mutluluğunu gerçekleştirmek bu görevlerin başlıcalarıdır. Yöneticiler bu
hedefleri ve düzeni yasalar aracılığı ile sağlarlar, iktidarı kullananlar
arasında sıkı bir ilişki vardır. İktidar yasaya zorlayıcı bir gücü sağlarken
yasa da iktidara meşruiyetini kazandırır ve iktidara kaba bir kuvvet gösterisi
olmaktan kurtarır.
St. Thomas tüm iktidarların ve
bu arada siyasal iktidarın da kaynağını tanrıya bağlar, tanrıdan gelmeyen
hiçbir iktidar yoktur. Ancak kaynağı tanrı da olan siyasal iktidarı yeryüzünde
kullanacak olanlar belirlenmemiştir. Toplum iktidarı kullanacakları kendisi
belirler, yani yeryüzünde siyasal iktidar insandan kaynaklanır. Ortak iyiliği
gerçekleştirmek amacıyla bir düzen kurmak, tüm topluma ya da toplumu temsil
eden kişiye düşen görevdir.
Yönetim biçimleri ise, monarşi,
aristokrasi ve politeia’dır. Ancak ortak yarar yerine yöneticiler kişisel
çıkarlarını amaç edindikleri zaman, bu iyi yönetimler zorba yönetim, oligarşi
ve demokrasi biçimlerine dönüşür. Monarşi evrendeki birlik düşüncesine uygun
olması nedeniyle en iyisidir, ama amacından saptığı zaman da yönetimlerin en
kötüsü olur. Aristokrasi ve politea da bozulabilir. Bu nedenle en iyisi karma
yönetim olacaktır. Herkesin şu ya da bu şekilde iktidara katılabilecekleri bir
yönetim en iyisidir, başta bir monarkın ve onun yanında ülkenin ileri gelenlerinin
kendi içlerinden belirleyecekleri bir grubun yönetimi belki en iyisi olacaktır.
St. Thomas siyasal iktidarların
meşruiyetive haklılığı sorunları üzerine eğilmiştir. Bu iktidar ne zaman meşru
ve haklı sayılır ve hangi koşullarda meşruiyetini, haklılığını yitirir?
St. Thomas iktidarın elde ediliş
ve kullanış biçimlerinin iktidarın meşruiyet ve haklılığı kriterini
belirlediğini söyler.
Şöyle ki, yöneticiler zor veşiddet
kullanarak emretme gücünü ele geçirmişlerse iktidarları meşru ve haklı
sayılmaz. Böyle bir iktidar toplumun istek ve idaresine dayanmaz ve kişilerin
böyle bir iktidara boyun eğme zorunluluğu yoktur. Ne var ki, böyle meşru
olmayan yollardan iktidarı ele geçirenler sonradan toplumun iyilik ve yararına
hizmet ederek başlangıçtaki meşru olmayan durumlarını meşrulaştırabilirler ve
meşruiyet kazanabilirler[5]
Salisburyli John
Kilisenin üstünlüğü düşüncesi:
Salisburyli John, söz konusu yapıtında her erkin kaynağının Tanrı olduğunu
söyler. Ancak tanrı bu erki kendisi kullanmaz, yasasını ve adaletini yeryüzünde
uygulaması için bir sözcü, bir aracı kullanılır. Bu aracı tanrının yeryüzündeki
sözcüsü olan kilisedir. Tanrı, kilisenin başı olan papayı, ulusların ve
kralların üstüne çıkarmıştır. Onu Hristiyan toplumunun başına geçirmiştir. Hem
dinsel erki temsil eden kılıcı hem de yersel temsil eden kılıcı, kiliseye
vermiştir. Çifte kılıçlar kuramı, o zamana kadar kilisenin egemenlik alanı ile
devletin alanını ayırmak ve dinsel erk ile bu dünya erkini dengelemek yolunda kullanılagelmişti. Gelasius onun
kiliseden yana yorumlanması dönemini açmış oldu.
Tanrı iki kılıcı da kiliseye
vermiş olmakla birlikte, kilise, bunlardan dinsel erki simgeleyen kılıcı
kendine alıkoymuş, ötekini, yersel erki simgeleyeni yöneticilere vermiştir.
Neden? Bunun nedenini ne güzel açıklıyor Salisburyli:
‘’O halde, bu kılıcı prens, kendi kan dökücü kılıca sahip olmayan
kiliseden alıyor… Kılıcın sahibi kilisedir, fakat kilise, bunu maddi baskı
gücünü verdiği prensin aracılığıyla kullanır. Manevi konulardaki yetkisini ise,
piskoposların kişiliğinde kendine alıkor. Şu halde prens, kilise erkinin bir
temsilcisi ve kutsal görevlerin rahip aracılığıyla yürütülmesine değmeyen
(kirli,kanlı) yanlarının uygulayıcısıdır’’
Din adamlarının devlet
adamlarına üstünlüğünü bu gibi kanıtlarla savunur Salisburyli John. Bu
kanıtların yardımıyla, tanrının yasaları dışına çıkan yöneticilerin, din
adamları tarafından yönetimden indirebileceklerini söyler[6].
İSLAM SİYASAL DÜŞÜNCESİ
Orta Çağ yaklaşımı
Eflatun’un asil sanatı siyaset,
Nikamokos’a Ahlak adlı eserinde Aristo tarafından ‘’bilimlerin en otoriteri’’
olarak tanımlanır. Onun konusu ise insanın tek arzusu olan ‘’en yüce iyi’’ dir.
Bu iyi, eylemin sonucu olarak mutlulukla eşit sayılmıştır ve insanlar kendi
görüşleri doğrultusunda zevk, şeref ya da tefekkür hayatı gibi hususlarda arzu
ve hedeflerinde farklılık gösterdikleri halde, hepsi mutluluk arayışlarında en
yüce iyiye erişmeye çabalarlar. Normal insanlar kendi başına zevk ya da şerefi istedikleri gibi, mutluluk
uğruna da arzulayabilirler. Aristo’nun bu görüşü Ortaçağların ortak malı oldu.
Ancak felsefeci pratik veya ahlaki; teorik ya da entellektüel mükemmelliği
hedefler. Bu mükemmellik ise gerçek mutluluktur.
Müslüman, Yahudi ve Hristiyan, bütün Ortaçağ düşünürleri bu mutluluğu
Allah’la ilişkili olarak kavradı ve onlar için mutluluğun kemale erişmesi Allah
aşkıyla mümkündü. Birkaç istisna haricinde hepsi fert ve onun mutluluğundan
ziyade grupla, ilahi kanunla yönetilen dini toplumla ilgilendiler. Aristo’yla
hemfikirlerdi; ‘’Devletin iyiliği kuşkusuz daha büyük ve daha mükemmel bir
iyiliktir.’’ Fakat en yüce iyiyi kanun biçimindeki vahyin sahibi olan Allah’la
ilişkilendirerek ona dini bir içerik veren felsefeciler, böylece Aristo’nun
metafizik kavramını dini bir değere dönüştürdüler. Thomas Aquinas bunu şu
şekilde formüle etti: ‘’Herşeyin nihai hedefi kemale ermesidir… insanın nihai
hedefi de bu yüzden, evrenin toplam ve kollektif iyiliğine değil, fakat Allah’a
bağlıdır. Ve Allah aşkı bütün beşeri faaliyet ve arzunun hedefidir[7].
İbn Haldun
İbn Haldun’a göre devletin
hakikatı, aslı ve içeriği ‘’insanlar için zaruri bir sosyal kurum’’ oluşudur.
Devletin temel unsuru ise ‘’güç’’,’’kuvvet’’ ve ‘’otorite’’ de ifadesini bulan
‘’egemenliktir.’’ Bu unsur, inan doğasında var olan ‘’gadap’’ ve ‘’hayvaniyet’’
in birer yansıma biçimidir. Buna göre, insanın insanı yönetmesinin ve onun
üzerine egemenlik kurmasının psikolojik nedeni, gadap, savunma ve galip gelme
gibi insan doğasındaki hayvani duygulardır.
İbn Haldun devlet kuran gücün
‘’asabiyet’’ olduğunu, ancak her asabiyetin bir devlet kuramayacağını, gerçek
anlamda devletin (mülk-i tam, mülk-i hakiki) yanlızca halkı egemenliği altına
alan, vergi toplayan, elçiler gönderen, sınırları koruyan ve gücünün üstünde
bir güç bulunmayan asabiyete mahsus olduğunu söylemiştir. Ona göre böyle bir
egemenliğe sahip asabiyetin kurduğu devlet tam bağımsız devlettir.
Egemenliğe ait yukarıda sayılan
bir kısım fonksiyonları yerine getirmeyen devlet ise yarı bağımsız bir
devlettir. İbn Haldun ayrıca yönetim biçimleri açısından da bir sınıflandırma
yapmıştır. Bunu yaparken yönetim biçimindeki ‘’öz’’ ün uygulamadaki yasalarla
olan bağlantısını belirlemiştir. Çünkü ona göre yasanın türü, yönetim örgüsünün
yapısına açıklık getirebilmektedir. Yasaların her sosyal düzenin özü ve temeli
oluşu İbn Haldun’u bu noktaya getirmiştir. İbn Haldun yasaların üç tür altında
toplanabileceğini belirlemiş, bundan hareketle yönetim biçimlerini de üçe
ayırmıştır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
Mülk-i Tabii: Doğal yönetim. Bu yönetim biçimi zor, güç, baskı ve
kişisel arzulara dayanan keyfi bir yönetimdir. Burada ‘’doğallıkla’’
vurgulanan, bireyin yapısındaki eğilim, karakter ve diğer doğal isteklerdir.
Kendini sevmek, üstünlük veya egemen olma isteği ve bencillik gibi bireysel
tutumlara dayalı bir yönetim biçimidir. İbn Haldun’a göre bu tür tamamen
kötüdür. İbn Haldun’un sözünü ettiği bu yönetim biçimi, günümüzde diktatörlük
olarak adlandırdığımız otokratik ve anayasal olmayan yöntemlerdir.
Mülk-i Siyasi: Siyasal yönetim maddi yararların elde edilmesive
zararların giderilmesi doğrultusunda aklın buyruklarınca gerçekleştirilen bir
yönetim biçimidir. Laik bir yönetimdir. İbn Haldun’a göre bu tür yönetim eğer
dine saygılı olursa iyi, dine saygılı olmazsa kötü bir yönetim halini alır. Bu
yönetim biçimi günümüzün anayasal yapıya sahip demokrasileriyle özdeştir. Bu
yönetim biçimlerinde yalnızca maddi planda da olsa-adalet, eşitliğin sağlanması
toplumsal yararın gerçekleştirilmesi amaç edinilmektedir. Toplumsal iradenin
belirlediği bir yönetim yürürlüktedir. Bunun için yönetim işleri yerli
yerindedir. Bu da toplumun ilerlemesi sonucunu doğurabilmekte, yönetimde
düzenliliği gerçekleştirebilmektedir. Bütün bunlara karşın bu yönetim biçimi de
maddecidir. Yalnızca maddi çıkarlar gözetilmekte, manevi çıkarlar göze alınmamaktadır.
Hilafet: insanların maddi ve manevi çıkarlarının
yönetilmesidir. Hilafet, dinin korunması ve dünyanın dini kurallara göre
yönetilmesi için şeriat sahibi olan peygamberlere vekalet etmektir. İbn Haldun
burada ‘’mülk’’ kelimesini kullanmaz. Çünkü hükümdarlık anlamına gelen ‘’mülk’’
kelimesinde krallık ve saltanat anlamı vardır. İbn Haldun’a göre hilafet, her
yönetim biçiminin karşısında halkın hem maddi, hem de maneviçıkarlarını koruyup
geliştiren yönetim biçimidir[8].
Ebu Hanife
Ebu Hanife, bir takım siyasal nitelikli görüşler öne sürmüş
olmakla birlikte tam anlamıyla bir siyasal düşünür değil, bir islam hukukçusu.
Siyasi açıdan ise temelde kur’an’ın buyruklarına dayanıyor ve tek egemenin
Tanrı, peygamberinde onun elçisi olduğunu yineliyor. O nedenle de Ebu Hanife’ye
göre, Şeriat’a, yani Tanrı’nın ve elçisinin koyduğu hukuka koşulsuz uymak
gerekir. Ancak, bir olaya ilişkin olarak Kur’an’da ve hadislerde bir hüküm
yoksa, o konuda peygamberin yakın çevresinin üzerinde birleştikleri görüşe göre
sorun çözülmelidir. Onlar da o konuda görüş birliği içinde olmamışlarsa Ebu
Hanife, o zaman kendisinin onların içinden birinin görüşünü benimseyerek sonuca
ulaşacak olduğunu; ama eğer böyle bir durum bile yoksa, o zaman kendi
değerlendirmesine göre hüküm vereceğini bildiriyor. Onun bu son görüşü, tutucu
çevrelerce şeriatı ve fıkıhı bir yana iterek kendi kişisel yargısına göre
davrandığının öne sürülerek ağır bir biçimde eleştirilmesine neden olacaktır
Ebu Hanife, halifenin (devlet
başkanının) oy kullanma yeterliliği bulunanların oyları ile seçilmesi gerektiği
düşüncesindeydi. Ayrıca, halife, adaletli olmalı, zalim ve sapkın olmamalıydı.
Zalim ve sapkın olanlar, kadılık, müftülük, valilik de yapmamalıydılar. Eğer
böyle biri şu ya da bu biçimde halife olmuşsa, halifeliği geçersiz olacağı gibi
halkın onun buyruklarına uymak zorunluluğu da yoktu. Buna karşılık, onun
atadığı kamu görevlileri işlerini şeriata uygun ve düzgün yaptıkları sürece
onlara uymak gerekiyordu. Halife’nin iktidarı ele geçirdikten sonra ona biat
etmek (kabul etmek ve onaylamak), oylama (seçim) anlamına gelemezdi, oylama
halife göreve başlamadan, iktidara geçmeden önce yapılmalıydı.
Halifenin kamunun parasını
kendisi için kullanması ise doğrudan doğruya zulümdü. Yabancı devletlerin
verdiği armağanlar halifenin kişisel malvarlığına katılamazdı. Zalim bir halife
iş başında kalmamalıydı ve ona karşı halkın ayaklanarak onu devirmesi
gerekiyordu.
Ebu Hanife’nin yargının yürütme
karşısında bağımsız olması gerektiği düşüncesi ise, ayrıca kayda değer.
Üstelik, eğer her halife bir haksızlık yapmışsa yargıcın ona karşı vereceği
karar, halifeye de uygulanabilmeliydi[9].
Farabi
Farabi, evren ile ilgili görüşlerini siyaset alanına da uygular. Bu onun
felsefesinin en bilindik bölümüdür. Farabi’ye göre, devlet akıl ilkesinde
kurulan bir yönetimdir. Çünkü en yüksek mutluluğun aracı akıldır ve toplumun ve
kişisel yaşamın her aşamasında onu kullanmak gerekmektedir. Böylece Farabi,
Platon’un devletinde yaptığı gibi Medinetül Fazıla’sında akıl ilkesine göre
işleyen ideal bir şehir/site tasavvuru ortaya koyar. Onun ideal devleti, Thomas
Moore’nun devleti gibi belirli bir ideoloji kurmak yerine mevcut şehirlerin
toplumsal ve siyasal yapısını tenkite dayalı olarak gelişmektedir. Farabi,
olanı eleştirerek olması gerekene doğru hareket etmek ister.
Farabi, Erdemli Şehir’inde islami erdem anlayışı açısından islami siyasal
toplumun normatif bir teorisini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Erdemli şehir
hiyerarşik bir yapıdadır ve bu yapının en üstünde hükümdar yer alır. Farabi
evrendeki ‘’teklik’’ esasını ideal şehrine de uygular. Buna göre şehir bir
anlamda hükümdarın yansımasıdır. Farabi için şehir sağlıklı bir vücuda ve
çeşitli kesimleri de vücudun organlarına benzer. Organlar arasındaki önem
dereceleri şehrin kısımları arasında da vardır. Ancak vücuttaki işleyiş doğal
şehirdeki işleyiş idaridir. Şehrin egemeni/hükümdarı en yüksek mertebededir.
Alttakiler her ne kadar yararlı olsalar da bayağıdırlar. Evrendeki ilk neden
(Allah) ile gök cisimlerinin düzeni arasındaki ilişki şehirdeki hükümdar ile
halk arasında gerçekleşir. Erdemli şehir, egemenin koyduğu amaç etrafında
şekillenir[10].
[1] Ayferi
Göze, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, İstanbul,
2000, s. 62
[2] Ayhan
Yalçınkaya, Batıda Siyasal Düşünceler, İstanbul,
2013, s. 241-242
[3] Alaeddin
Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, Ankara,
2013, s.260
[4] Çetin
Yetkin, Siyasal Düşünceler Tarihi, İstanbul,
2012 c.I, s. 206-207
[5] Ayferi
Göze, A.g.e., İstanbul, 2000,
s.87-88
[6] Alaeddin
Şenel, A.g.e, Ankara, 2013, 275-276.
[7] Erwin Rosenthal,
Orta Çağda İslam Siyaset Düşüncesi, İstanbul,
1996, s.21-22.
[8] A.Ezeli
Azarkan, dergipark.ulakbim.gov.tr
[9] Çetin
Yetkin, A.g.e. s.238
[10] www.acikders.org.tr, Siyasi Düşünceler Tarihi, s.6, c.1
Yorumlar
Yorum Gönder